EŞ dost ve akraba hasretliği pandemi nedeniyle devam ederken, artık telefon sohbetlerini daha uzun tutuyoruz. Önceleri belki de sadece bir şeyler sormak, söylemek adına bir iki cümle ederek kapadığımız telefonlarda şimdi saatler geçiriyoruz. Kimi zaman görüntülü, kimi zaman görüntüsüz…
Günlerden Pazar… Zülal ile görüntülü olarak
konuşuyoruz. Pazar gününü tercih etme nedenimiz şu: Zülal dördüncü sınıf
öğrencisi ve hafta içi uzaktan eğitim nedeniyle çevrimiçi derse katılıyor.
Önce hâl hatır soruyoruz. Sonrasında ise Zülal biraz
derslerinden, ikiz kardeşi Asaf ile birlikte oynadığı oyunlardan bahsediyor.
Özlemlerimizi konuşuyoruz. Sonra, “Hala, sana şimdi çok güzel bir hikâye
anlatacağım” diyor. Ben de, “Heyecanla, can kulağıyla seni dinliyorum” diyorum.
Çünkü önceki yazımda da belirtmiştim, küçük gibi görünen dünyaları o kadar
büyük ki sadece dinlediğinizde farkına varabiliyorsunuz. O dünyanın içine
girebilirseniz geleceğe dair kurulacak ne çok hayâlin olduğuna şahit
oluyorsunuz. Ben öyle oluyorum…
Zülal, “Hikâyemin adı, ‘İki Çiçek’” diyor ve anlatmaya
başlıyor...
Kutlu Peygamberimiz Hazreti Muhammed, sevgili
torunlarını görmek için bir gün mescitten çıkıp kızı Fatıma’nın evine gelmiş.
Kızıyla sohbet ederken Peygamberimiz, “Küçük adamlarım nerede?” diye sormuş…
Araya girerek soruyorum Zülal’e: “Torunlarına neden
‘Küçük adamlarım’ demiş ki acaba?” Zülal cevap veriyor: “Hala, küçük
derken aynı zamanda adam da demiş onlara; bence yaşları küçük olduğu için küçük
demiş, aynı zamanda adam dediği için de onlara önem vermiş.”
Zülal’in vermiş olduğu cevap karşısında bir an
durakladım, hayret etmediğimi söylesem yalan olur. Bu cevaptan benim bir
pedagog edâsıyla çıkarım yapmam mümkün değil. Fakat tecrübeli bir anne olarak
içimden bir his, “Zülal, ‘Biz çocuklar ne söylediğinizi önemsiyoruz, ona göre’”
diyordu.
Hikâyeye geri dönelim… Zülal anlatmaya devam ediyor:
“Dedelerinin sesini duyan Hasan ile Hüseyin, hemen
O’nun yanına gelmişler. Peygamberimiz, torunlarını öpmüş koklamış. ‘Bunlar
benim dünyadaki mis kokulu çiçeklerim’ demiş. Sonra kucağında oturan Hasan,
Peygamberimizin sakalıyla oynamaya başlamış. Dedesi de Hasan’ın parmaklarını
ısırır gibi yapıyormuş. Bu da Hasan’ın çok hoşuna gidermiş. Dedeleriyle biraz
oyun, biraz sohbet derken vakit ilerlemiş. Hasan ile Hüseyin, Dedelerinden
ayrılmak istememişler ve geceyi birlikte geçirmek, yan yana uyumak istemişler.
Peygamberimiz torunlarını hiç kırmazmış. Gece, kızının evinde kalmış.
Sonra gecenin ilerleyen saatlerinde Hasan uyanmış ve
dedesine seslenerek, ‘Dede, ben susadım, bana su getirir misin?’ demiş. Bunun
üzerine Hüseyin de uyanmış ve su istemiş. Peygamberimiz suyu getirerek önce
Hasan’a, sonra Hüseyin’e vermiş. Bunu gören kızı Fatıma babasına sormuş: ‘Suyu
neden önce Hasan’a verdin Baba?’
Peygamberimiz şöyle cevap vermiş kızına: ‘Suyu ilk
önce Hasan istedi, onun hakkı geçmesin diye önce ona verdim.’”
Bunun üzerine Asaf araya girdi: “Hala, keşke dünyadaki
bütün çocukların da temiz suyu, yiyeceği, oyuncakları olsa ne güzel olur, değil
mi? Çünkü bunlara sahip olmak onlarında hakkı. Bazen televizyonda görüyorum.
Kirli suları içmek zorunda kalıyorlar. Ya da yemekleri olmuyor…”
Gayet yerinde bir tespit… Küçük kalbin kocaman adâleti
ve masumane bir dilek...
Çocuklar genellikle anlatılanları değil, gördüklerini
ve yaşadıklarını daha fazla hayatlarına aktarıyorlar. Çocuklara adâletli tavrı
ne kadar çok yaşama imkânı sunarsak, ileriki hayatlarında bu tavrı yansıtmaları
da o derece büyük olacaktır.
Hikâyemiz bitmedi henüz, Zülal anlatmaya devam ediyor:
“Yine bir gün Peygamberimiz, mescitte namaz
kılıyormuş. Secdeye gittiği anda torunları Hasan ile Hüseyin, Peygamberimizin
sırtına çıkmışlar. Peygamberimiz onların inmelerini bekledikten sonra secdeden
kalkmış. Namazını tamamladıktan sonra etrafındakiler, ‘Neden secdede bu kadar
uzun kaldınız?’ diye sormuşlar. ‘Acele edip torunlarımın oyunlarını bozmak
istemedim’ demiş Peygamberimiz…”
Birden, “Hala, hikâyem az kaldı, bir konu daha
anlatacağım, sonra bitecek” dedi Zülal. Bu satırları aynen onların kelimeleri
ve ifadeleriyle yazıyorum ki, gün gelip delikanlı çağlarına geldiklerinde bu
satırları okuyunca çocukluk yıllarına gidebilsinler istiyorum. Keşke çocukluk
yıllarımın her gününü yazsaymışım… Keşke birileri bana bu günlerin her saatini
yazıya dökmemi söyleseymiş…
Zülal’e soruyorum: “Arada konuyu dağıtıyor muyum?
Birazcık hikâyeni bölüyorum sanki, ne dersin bu işe?”
“Yok hala, sadece arada sohbet ediyoruz. Güzel oluyor
işte!” diyor. O anlatıyor, ben yazıyorum:
“Günlerden bir gün, Hasan ile Hüseyin, oyun oynarken
evden bir hayli uzaklaşmış ve kaybolmuşlar. Peygamberimiz ve etraftakiler
telâşlanmış, hemen aramaya başlamışlar. Tam bu sırada Peygamberimizin
arkadaşlarından Hazreti Selman, Hasan ile Hüseyin’i dağın eteklerinde gördüğünü
söylemiş. Birlikte dağın eteklerine doğru koşmaya başlamışlar. Onları
bulduklarında, bir dağın üzerinde birbirlerine sarılmış, korkudan titrer hâlde
bulmuşlar. Çünkü önlerinde kocaman bir yılan, dilini çıkarmış bekliyormuş.
Peygamberimiz hemen koşmuş. Bu sırada yılan da hemen
uzaklaşıp bir deliğe girmiş. Peygamberimiz torunlarını okşayıp kucaklamış.
Sonra birini sağ omzuna, birini sol omzuna alıp eve götürmüş. Eve vardıklarında
onlara şu öğüdü vermiş: ‘Mis kokulu çiçeklerim, bir daha evden uzaklara
gitmeyin. Çünkü evlerinden uzağa giden çocukların başına kötü şeyler
gelebilir.’”
Peygamberimizin iki torununun şahsında çocuklara
gösterdiği sevgi ve şefkat örneklerinden Zülal anlattı, ben de elimden
geldiğince yazmaya çalıştım. Bu örnekler Peygamberimizin hayatında oldukça
fazla. Peygamberimiz (sav), çocukların da Peygamberi…
Hikâyenin bitiminde Zülal ve Asaf’ın tüm çocuklar
adına büyüklerden istekleri vardı. Bunlardan ilki, çocuklara bağırmamak
yönünde. Dediler ki, “Bizler çocuk olabiliriz ama konuşulanı anlayabiliyoruz.
İkincisi, bizimle oyun oynayın! Ellerimize oyalanalım diye tablet
tutuşturmayın. ‘Hadi gidip oynayın’ da demeyin. Bize bilmediğimiz oyunları
öğretin. Çocukluğunuzda arkadaşlarınızla oynadığınız oyunları ve nasıl
oynandığını anlatın bizlere”...
Çocuk; masumluğun, coşkunun, sevincin, neşenin ve daha
birçok güzel şeyin en güzel ifadesi. Biz büyükler, zaman zaman içimizdeki
çocuğu dışarı çıkararak duygularımızdan körelenler varsa aydınlatsak iyi olmaz
mı?
Hangi çocuk sevmez ki oyun oynamayı? Çocuklar gün
içindeki zamanın büyük bölümünü oyuna ayırır ya da öyle olmasını isterler.
Hattâ yeri gelir tuvalete gitmeyi, yemek yemeyi unuturlar. Peki, oyunu bu kadar
çekici kılan şey nedir?
Oyunlar, çocukların hayâllerinin hayat bulduğu
alanlardır. Oyunun içinde çocuk, gerçeğin beğenmediği tarafını değiştirme
şansına sahiptir. Hoşuna gitmeyen yerleri kesip atıverir. Veya oyuna dâhil
ettiği hayâlî bir sihirli değnek veya doğaüstü güçlerle istemediği unsura
müdahale edebilir. Hiç fena değil doğrusu; bu aralar benim de dünyanın
gidişatına dair değiştirmek istediklerim var…
Çocuk kendi dışındaki dünyayı keşfe çıkmak için oyuna
ihtiyaç duyar. Merak, kaygı, şaşırma, endişe, mutluluk, üzülmek gibi insana
özgü kavramları tanıma yoludur oyun. Küçük gibi görünen dünyalarında büyük
yolculuğa çıkarken çantalarında oyun başköşededir.
“Oyun” denildiği vakit, akla sanki boş zaman etkinliği
gibi şeyler gelir. Oysa oyun, bunun çok daha ötesinde düşünme, kendini ifade
etme aracıdır. En önemlisi de, çocuk için ekmek gibi, su gibi ihtiyaçtır.
Hepimiz kendi hayatımızın başrol oyuncularıyız. Çocuklar da oyunlarda kendi
yazıp yönettikleri senaryonun başrolünü alırlar. Böylece başarı da, güç de
kendilerinin olur.
Çocuk dünyayı oyunla tanımaya çalışırken, diğer
taraftan ebeveynler içinde çocuğu tanımak için en etkili yöntemlerden biridir
oyun. Çocuğunu tanımak ve anlamak isteyen her anne baba, oyun oynarken onu
izlemeli, hangi oyunları nasıl oynadığına bakmalıdır. Oynarken kurduğu bir
cümle bazen o kadar önemlidir ki küçük yüreğin ne hissettiğine dair ebeveyne
önemli ipuçları verir.
Tabiî her çocuk gibi tıpkı Asaf ve Zülal de
büyüklerine, “Küçükken hangi oyunları oynardınız?” diye sorar…
Büyükler eskiden hangi oyunları oynardı?
Beştaş
En az iki kişi ve adından anlaşılacağı üzere beş adet
küçük taşla oynanır. Taşlar yere serbest hâlde bırakılır. Kura ile belirlenen
birinci kişi yerdeki taşlardan bir tanesini alarak oyuna başlar. Yerden aldığı
taşı havaya atar, taş havada iken yerdeki taşlardan birini alır ve havadaki taşı
yere düşmeden tutması gerekir. Yani avucunda iki taşın aynı anda olması
gerekir. Bu hareketi yaparken seri olması önemlidir. Eğer havaya attığı taşı
tutamaz ve yerden almak istediği taştan başka taşa dokunursa kaybeder. Oyun
hakkı diğer kişiye geçer.
Taşları bu şekilde önce birer birer, sonra ikişer,
üçer ve dörderli gruplar hâlinde toplar ve sonraki aşamaya geçer. Bu aşamada
oyuncu işaret parmağını orta parmağının üzerine koyar ve başparmak ile arada
köprü oluşturacak şekilde yere koyar. Oyuncu yine yerden aldığı taşı havaya
atar ve diğer oyuncunun belirlediği taşa dokunmadan, yerdeki taşı köprüden
geçirmeye çalışır. Bu sırada taşı başka bir taşa çarptırır ya da havaya attığı
taşı tutamaz ise sıra diğer oyuncuya geçer.
En son aşama yani oyunun final bölümünde, taşların
tamamı hafifçe yukarı atılır ve elin üstü ile tutulmaya çalışılır. El üstünde
en çok taş kalan, oyunu kazanır.
Dokuztaş
Bir zemin üzerine iç içe üç kare çizilir. Tabi
eskilerde ya kömürle bir beton zemin üzerine ya da bir tahta parçası üzerine
çizilirmiş. Bunlar da yoksa toprak zemin üzerine bir çubuk, çivi gibi bir
materyal ile çizilir. İç içe çizilen kareler, orta noktalarından çizgi ile
birbirine bağlanır. Böylece 12 köşede ve 12 kenar üzerinde toplam 24 nokta
meydana gelir.
Önce iki oyuncu sırayla birer birer taşlarını istediği
noktalar üzerine yerleştirir. Dokuzar taş da yerleştirildikten sonra hamle
yapmaya başlanır. Yatay ve dikey veya çapraz olarak üçlü yapabilen oyuncu,
rakibin bir taşını dışarı atma hakkına sahip olur. Buna “kırma” da denilir.
Yalnız üçlü içindeki taş kırılamaz. İki taşı kalan oyuncu, oyunu kaybeder.
Mükemmel bir strateji oyunu, değil mi?
Çelik çomak
Genellikle açık alanlarda oynanır. İki ucu
sivriltilmiş 40-50 santim uzunluğundaki ince sopalar (ki bunun adı “çomak” ve
“çelik” adı verilen iki ahşap malzeme) ile oynanır. Oyun başlamadan önce yere
bir çukur açılır, iki taş, “çelik” adı verilen sopanın boyu kadar aralıklı
olarak yan yana konur. Sonra oyuncular iki gruba ayrılır. Her gruptan birer
kişi seçilir ve bu kişiler çelikleri mümkün olduğunca uzağa fırlatırlar. En
uzağa fırlatan ilk olarak başlar oyuna.
Oyuncu elindeki “çomak” adı verilen sopa ile iki taşın
üzerine yerleştirilen çeliği karşı tarafa doğru hızla atar ve sopayı yere
bırakır. Karşı taraf oyuncuları çeliği havada “çalduruk” adı verilen ağaç dalı
ile yakalamayı başarır ise hem sayı kazanır, hem de çeliği kaptıran oyuncu
oyundan çıkar. Ola ki çeliği havada yakalayamaz ise, düştüğü yerden tekrar
yerdeki sopaya doğru atar. Eğer bu sopayı vurabilirse yine çeliği ilk atan
oyuncu oyundan çıkar. Sopayı vuramadığı takdirde ilk takım çelikle sopanın
arasındaki mesafeye şöyle bir bakar ve bir sayı belirleyerek burayı, örneğin “3
adımda al”, “7 adımda al” der. Eğer verilen adımda ulaşamaz ise, belirlenen
sayı kadar karşı takım sayı alır. Bu şekilde oyun devam eder. Oyunun başında
belirlenen sayıya ulaşan, oyunu kazanır. Tam dikkat gerektiren ve plânlama
içeren bir oyun, değil mi?
Çomçalı gelin
Allah rahmet eylesin, ne güzel anlatırdı bu oyunu
babaannem. Bu yazı için de annemden yeniden dinledim unuttuğum yer kalmasın
diye…
Bu yıl da olduğu gibi yazlar kurak geçtiği vakit
yağmur duâsı edilirmiş. Çocukların da eline “çomçalı gelin” yapıp verirlermiş.
Eskiden büyük kazanlarda pişen yemekleri, örneğin düğün yemekleri gibi, büyük
ahşap çomçalar olurmuş. İşte çomçalı gelin de bu çomçadan yapılırmış.
Çomçanın kepçe kısmı gelinin başı, sap kısmıysa
ayakları olurmuş. Orta kısmının biraz yukarısından kolları oluşturmak için bir
dal parçası bağlanırmış. Sonra elbise giydirilirmiş. İki çocuk “çomçalı
gelinin” kollarından tutar, diğer çocuklar da arkalarında kapı kapı dolaşarak
kısırlık malzeme isterlermiş. Şimdi “Kısır ne iş?” dediğinizi duydum… Toplanan
malzemelerle genellikle kısır köftesi yapılırmış. En azından bizim memleket
olan Kahramanmaraş’ta öyleymiş.
Çocuklar çaldıkları kapıdan “Kim o?” diye seslenen ev
sahibine şu tekerlemeyi söylerlermiş: “Çomçalı gelin ne ister, bir tabak
bulgur ister. Bulgur yoksa yağ olsun, benim gönlüm sağ olsun.”
Kapıyı açan evin hanımı, köfte için lâzım olan
malzemenin hepsini vermezmiş. Her ev bir malzeme, hattâ malzemenin birazını
verirmiş. Bunun nedeni, diğer evlerin de iştirak etmesini sağlamakmış. Evin
hanımı kısır için malzemeyi verdikten sonra bir tas su getirir ve “Su gibi
yağmur yağsın” diye duâ eder ve çomçalı gelinin başından aşağı dökermiş.
Çocuklar da “Teknede hamur, tarlada çamur, ver Allah’ım ver yağmur”
diyerek dolaşmaya devam edermiş.
Bu arada, tekerlemenin ikinci dizesi ihtiyaca göre
değişirmiş: “İki kaşık salça ister”, “Bir kaşık biber ister” gibi…
Malzeme tamam olunca çocuklar kısırı yapar yermiş.
Dayanışma, birlik olma bu değil mi? Çocukları oyun ile yağmur duâsına katmak ne
hoş!
Küsküç
Öncelikle 70-80 santimlik çamur bir alan oluşturulur.
40-50 santim uzunluğundaki ahşap sopaların çamura saplanması esâsına göre
oynanır. İlk oyuncu belirlenen belli bir mesafeden “küsküç” adı verilen
sopasını atar ve çamura saplar. Bir sonraki oyuncunun amacı, elindeki küskücü
çamura doğru fırlatmak fakat önceki oyuncunun çamurda saplı hâlde duran
küskücünü vurmak. Vurursa sayı alır.
Bu oyun için iyi sakızlı çamur gerekirmiş. Her çamur
olmazmış. Bu nedenle gerekirse sakızlı çamuru olan yerlerden çamur
getirilirmiş.
Bunların dışında seksek, süleke, misket, deveme
(topaç), gazoz kapağı da oynanan oyunlar arasındaydı. Ben sadece birkaç
tanesini yazabildim. Hepsini yazmaya kalksam sayfalar alacak.
Eskiden her mahallenin bir de futbol takımı olurmuş.
Her çocuğun (bilhassa erkek çocukların) renk renk misketleri olurmuş.
Geçmişten günümüze doğru geldiğimizde birçok oyunun
sadece tarzları kalırken, oyunda kullanılan malzemeler değişmiştir. Kız
çocuklarının “evcilik” oyunlarının ana kahramanı bez bebeklerin yerini plâstik
bebekler almıştır. Tel ya da tahtalardan yapılan arabaların yerini akülü arabalar
almıştır. Çamurdan yapılan oyuncakların yerini şimdilerde oyun hamurları aldı.
Tabiî bir de eskiden sokaklar çocukların oyun
alanıydı; hattâ sokak oyunları ayrı bir başlık. Günümüzde çocuklar kentleşmenin
getirisi olarak evlerinde oynamaya başladılar. Hele içinde bulunduğumuz pandemi
günlerinde okuldan da uzak kalan çocuklar, tamamen evlere kapandılar. Evlerde
bilgisayar oyunları ana malzeme oldu. Oldu olmasına da, çocuklar birbirlerinden
uzaklaştılar, arkadaşlık ilişkileri zayıfladı.
Hikâyenin sonu
Hikâyenin sonunda, çocukların biz büyüklerden
isteklerinin içindeki maddelerden biri de onlarla birlikte oynayıp oyunlarına
katılmamızdı. “Bizi başınızdan savmayın” demişlerdi. Hani bizler doğal olarak
çocukların geleceğini garantiye almaya çalışıp çabalıyoruz ya, işte bu noktada
biz büyükler bu birikimi yapmaya çalışırken çocukların çocuklukları bizlerinse
gençliği gelip geçiyor. Gelin, çocukların geleceğine yatırım konusunu gözden
geçirelim. İyi eğitim alan ve mutlu geçirilen çocukluk için ince işlenmiş her
davranışımız, bir değil iki kere düşünerek söylediğimiz her söz en güzel mîras.
Kendi ayakları üzerinde hayata karşı hep dimdik durabilme gücü, hayâl kurabilme
ve bu hayâle yürüyebilme cesareti vermek de…
Olumsuzluklar karşısında hemen pes etmesinler, “Bir
demdir, gelir geçer” diyebilsinler, yeter. Kendilerine güvenleri tam,
yeteneklerinin farkında, merak sahibi, araştıran bir kişilik kazandırmak, mîras
olarak bırakmak istenilen ev ve arabadan daha fazlası etmez mi?
Mehmed Paksu, Peygamberimizin Örnek Ahlâkı
https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/kahramanmaras/kulturatlasi/kahramanmarasta-cocuk-oyunlari
https://gelenekselcocukoyunlari.com/oyun.aspx?id=15&idkat=3
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder